”Demokrasiye sahip çıkmamız gerekiyor. Bunu da ancak uluslararası dayanışma ile yapabiliriz”
”Hiçbir insan mecbur olmaya mecbur kalmamalıdır! Demokrasinin (Avrupa’da) tehdit altında olması” sloganı altında, 21 Ocak Pazar günü, Hamburg Tahlia Tiyatrosunun ”Lessingtagen” açılış konuşmasını yapan Can Dündar, ”Demokrasi tartışması yapacağız bugün, özel birgün, ülkem dün savaşa girdi Suriye’de ve dünden beri savaş uçakları Suriye’nin kuzeyini bombalıyor. Ülkem savaşta, ben sürgündeyim, Almanya hükümet arayışında, arkadaşlarım, yoldaşlarım hapisteler. Türkiye dünyanın en büyük hapishanesi haline geldi ve bu koşullarda biz şimdi demokrasiyi tartışacağız.”
Hamburg’da 21 Ocak pazar günü, Tahlia Tiyatrosunun Tiyatro festivalinde Can Dündar’ın yaptığı açılış konuşması:
”Çok değerli hanımefendiler beyefendiler, değerli konuklar hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Bu sıcak karşılama için de hepinize tek tek teşekkür ediyorum benim için çok anlamlı bir gün. Thalia Tiyatrosundan bu davetiye aldığım da çok heyecanlandım, böyle değerli bir Festivali de açılış konuşması yapıyor olmak ve sizlerle buluşuyor olmak çok değerli, çok heyecan verici. En son bir tiyatrodan daveti aldığımda yine böyle çok heyecanlanmıştım. O zaman 2 yıl önce Tam da bu zamanlar hapisteydim. Silivri’de tam bir tecrit koşullarında tutuluyordum, herhangi birini görmemiz yasaktı, yanyana yattığımız tutuklu arkadaşlarımızla görüşmemize bile izin verilmyordu, sadece Gardiyanları görebiliyorduk ve Avukatlarımızla görüşebiliyorduk, onun için birini görüyor olmak büyük nimet kabul ediliyordu. O sırada bir duyuru geldi, Silivri’ye tiyatro gelmiş. Ve isteyen tutuklular izleyebilecekmiş diye. Tabii biz çok heyecanlandık. Çünkü ilk kez değişik bir insan göreceğiz, bir sanatçı ile karşı karşıya kalacağız, bir tiyatro eseri izleyeceğiz, bir tutuklu için çok büyük bir nihmet, heycanla ismimizi yazdırdık ve yanımda yatanı bile göremeyecek haldeyim, o kadar. Onlarda da ilk defa tanışacak aylar sonra bu tiyatro salonunda. Hazırlandık Tiyatroya gideceğiz diye, bir tutuklunun hazırlığı ne kadar olabilirse, sonuçta bizi bir büyük salona aldılar, köşeye bir sahne kurulmuştu, siyah perdenin önüne, sahnede bir oturma bankı vardı ve bir demir parmaklık vardı. Oyun başlayınca anladık ki tiyatro bir zindanda geçiyor , hapishanede. Ve başrolde oynayan oyuncuda idama mahküm bir tutuklu. Tabii bizler için durumun ne kadar vahim olduğunu anlarsınız. Çünkü zaten o koşullarda olan bir insana daha beter koşulda insanların oyunu göstermek, hakikaten hüzün vericiydi. Ben iki kez müebbet, yaşam boyu hapis istemiyle yargılanıyor ama sahnede idamla yargılanan biri vardı, dolayısyla onu görünce biraz içimize su serpildi bir daha iyi koşullardayız diye ve büyük bir ızdırap, ağlamalar eşliğinde süren oyun bittiğinde hepimiz biraz daha perişan haldeydik.
İnsanlar, hiç kimse, mecbur olmaya mecbur bırakılmamalı, bazen gerçekten tiyaro için geçerli. Bugün çok farklı koşullarda iki yıl sonra tutukluluğun ardında bu davetiyeyi alınca sevindim. Çünkü tehdit altındaki tiyatro da tehdit altında bir yazarın konuşması, düşünce özgürlüğünün savunmamız açısından son derece anlamlı bir buluşma. Sanatla gazeteciliğin buluşması aslında, bir birbirimize ne kadar ihtiyacımız olduğunu kanıtlamamız, göstermemiz açısından bulunmaz bir fırsat. Bana bu fırsatı verdiği için Thalia Tiyatrosuna teşekkür ediyorum.
Demokrasi tartışması yapacağız bugün,
özel birgün, ülkem dün savaşa girdi Suriye’de ve dünden beri savaş uçakları Suriye’nin kuzeyini bombalıyor Türk savaş uçakları. Ülkem savaşta, ben sürgündeyim, Almanya hükümet arayışında, arkadaşlarım, yoldaşlarım hapisteler, Türkiye dünyanın en büyük hapishanesi haline geldi ve bu koşullarda biz şimdi demokrasiyi tartışacağız. Bir şeylerin yanlış gittiği ortada o şeyleri anlamaya bulmaya çözmeye çalışacağız. Biraz demokrasinin güncel sorunları ve yorumları üzerine fikir cimnastiği yapmak istiyorum, Sizlerle tartışmaya açmak istiyorum. Hepimiz biliyoruz demokrasi bütün dünyada tehdit altında. Biz Türkiye’de ne yazık ki onu tam anlamıyla hiçbir zaman teneffüs edemedik hep bizim için bir utopyaydı demokrasi. Ne zaman biraz demokrasiye yaklaştığımızı hisetsek, bir askeri darbeyle önü kesildi ve sadece ben kendi hayatım içinde 4 askeri darbe gördüm ve bütün gençliğimizin, ömrümüzün içinden askeri tanklar geçti. Dolayısı ile bizim için demokrasi her zaman ”keşke” tenefüs edebilsek dediğimiz bir rejim oldu. Ama artık görüyorum ki yalnız değiliz.
Sadece biz değil bütün dünyada demokrasi tehdit altında,
üstelik demokrasinin beşiği sayılan batı dünyasında da tehdit altında olduğunu görüyoruz.Amerika’da Avrupa’da altında olduğunu görüyoruz. İlk kez sizler de yaklaşan bir otoritenin kokusunu alıyorsunuz, terör önleme gerekçesiyle yükselen bir güvenlik tehdidi ve güvenlik Devleti hissediyorsunuz, sokakta büyüyen ırkçılığı ve Avrupa’nın cephelerinde yükselen totaliter rejimlerin baskısını hissediyorsunuz. Bunun nedenlerine girmeden önce isterseniz biraz şunu sorgulayalım. Avrupa genelde batı dünyası Amerika’ya de içine alarak, acaba demokrasinin beşiği hak ediyor muydun? Hep bunu kullanıyoruz Türkiye’de de çok sık kullanırız demokrasinin beşiği Avrupa da bakın bu olduğunu vesaire diye. Evet Avrupa’da parlamenter demokrasi yada başkanlık rejimi Hukukun üstünlüğü, basın özgürlüğü, insan hakları dünyanın diğer bölümlerine göre çok daha iyi koşullarda iyi biri sıcılı var. Ama orada öyleyken dünyanın gerikalanında böyle olmaması ve buna Batı dünyasının sorumlu olması, acaba başka bir gözle görmemizi gerektirmiyor mu ?
Bir dönem bir işkencecinin çocuğu ile röportaj yapmıştım
Bir dönem bir işkencecinin çocuğu ile röportaj yapmıştım, konuşurken ağlıyordu ve diyordu ki; Babam bize karşı o kadar şefkatli olur ki onun işkence yapan bir insan olduğuna inanamıyorum. Halbuki babası gerçekten Türkiye’de yüzlerce insanı işkenceden geçirmiş, vahşi bir adamdır. Bazen insanlar kendi çocuklarına karşı çok iyi olup başkalarına işkence yapabilirler. Guantanamo’da bütün bu işkenceleri yapan Amerika’nın kendi ülkesinde demokratik olması, acaba ona demokratik bir ülke dememize yeterli mi ? Acaba kendisi kusursuz bir demokrasi iken başka ülkelere Faşizm ihraç eden ülkeler demokratik sayılabilirler mi ? Ben artık sadece ülkelerin nasıl yönetildiğini değil başka ülkelerde neyi desteklediklerini de bakmamız gerektiğini düşünüyorum, onları demokratik sıfatını uygun görmemiz için, Amerika dünyanın en büyük demokrasi sayıldığı yıllarda Seksenler de ben Amerikan desteklediği bir darbenin altında gazetecilik yapmaya çalışıyordum ve birçok insan hapiste işkencelerden geçiriyordu. O yüzden biz Amerika deyince başka şeyler hatırlıyoruz. Latin Amerika’da darbeler yapan Amerikalı hatırlıyoruz, İşgalci bir Amerika’ya hatırlıyoruz. Cezayir seçili olan Fransa’ya acaba demokratik bir Fransa diyebilir miyiz? Bosnadaki katliama göz yuman Hollanda’ya demokratik bir Hollanda diyebilir miyiz? Dolayısyla ülkelerin kendi evlatlarına iyi davranması, başkalarına işkence yapılırken seyirci kaldıkları sürece, onları demokratik saymamıza yeterli olmayacaktır. Daha güncel de zor soruları gelmek istiyorum.
Demokratik yollardan iktidara geldiğini söyleyen hükümetler acaba idare geldikten sonra Demokrasiyi tahrip etme hakkına sahipmidirler? Sadece demokratik yolla halk desteğiyle gelmiş olmaları Demokrasiyi tahrip etme şansı verir mi onlara, başka bir soru anti-demokratik demokratik kanalları kullanmasına ne kadar göz yumabiliriz. …. ülkelerin kendi evlatlarına iyi davranması başkalarına işkence yapılırken seyirci kaldıkları sürece onları demokratik saymamıza yeterli olmayacaktır. Daha güncel ve zor soruları gelmek istiyorum, demokratik yollardan iktidara geldiğini söyleyen hükümetler acaba iktidara geldikten sonra, Demokrasiyi tahrip etme hakkına sahipmidirler, sadece demokratik yolla halk desteğiyle gelmiş olmaları, Demokrasiyi tahrip etme şansı verir mi onlara?
Başka bir soru, anti-demokratik bir hareketin, demokratik kanalları kullanmasına ne kadar göz yumabiliriz? Günümüzün sorunları bunlar, karşı karşıya olduğumuz sorunlar bunlar. Peki sadece hükümetleri değil, biraz da aynayı kendimeze tutalım, halka tutalım. Bir ülkede çoğunluk demokrasinin yok edilmesinden yana oy kullanıyorsa, buna izin verecekmiyiz, demokrasiyi savunan insanlar olarak. Demokrasiyi kullanarak iktidara gelen ve iktidara gelincede onun altını oyan liderlerle karşı karşıyayız bugün. Bu durumda ne yapacağız? Çünkü onlar, biz halkın desteği ile iktidara geldik diyorlar. Amerikan halkı ırkçılığı tescilli bir lidere oy verdi ve o lider şimdi kendi ülkesinde basın özgürlüğünü yok etmek için elinden geleni yapıyor. Oyla geldi bir şey yapamayız mı diyeceğiz?
Aynı şey benim ülkem de geçerli, Erdoğan halkın çoğunluğunun oy ile iktidara geldi 15 yıldır iktidarda ve demokrasiye inanmadığını söyleye söyleye iktidar oldu ve geldiğinden beri demokrasinin altına oyuyor. İzin verecek miyiz ? oy vermek sandık zaferi ile iktidara gelmek, bir zamanlar demokrasi demekti. Bugün artık demokrasiden başka bir şey anlıyoruz. Şimdi iktidarlar seçmenlerden, yurttaşlardan değil, seçmenlerden 4 yılda 5 yılda bir Sandığa gidip oy vermelerini bekliyorlar ve ondan sonra evlerine dönüp bir sonraki seçim beklemelerini istiyorlar. Günümüz demokrasisi bunu çok ötesinde bir bekleyiş içinde yurttaşlardan. Biz artık bu iktidara katılmak istiyoruz, yönetime katılmak istiyoruz, onu denetlemek istiyoruz ve demokrasinin tanımı artık çoğunluki İdaresi değil azınlık haklarından daha çok geçiyor. Ve yüzde 99 ile bile iktidar olsa, biz yüzde birini hakkı için mücadele etmek zorundayız. Demokrasi artık bu demek. Günümüz demokrasilerinin bir başka sorunu, uzlaşmak da zorlanıyoruz. Bugünlerde Almanlar bunu çok iyi anlıyor. Yönetmekte zorlanıyoruz. Halbu ki totaliter sistemlerde yönetmek çok kolay, iş yapmak çok kolay, iş bitirmek çok kolay ve ne yazık ki gördüğümüz o ki, uluslararası sermaye giderek zor kurulan, anlaşmalarla kurulan koalisyon hükümetleri ile dolu. Demokratik yönetimlerdense, kolay iş yapabileceği totaliter rejimleri tercih etmeye başladı. Halbu ki ne deniyordu ; ”serbest ticaret için demokrasiye ihtiyaç var”, dolayısıyla liberalizm aslında demokrasinin önünü açacak bir sistemdir. Sonuca bakıyoruz, hiç de öyle bir şey görmüyoruz. Tersine Almanya’da koalisyon hükümetinin iki üç ortağını tek tek ikna etmektense, türkiye’de ilk üç bakana birkaç rüşvet vermek çok daha kolay iş yapmayı sağlıyor, dolayısıyla bir anda biz uluslararası şirketlerinin silah tüccarlarının bazı ülkelerde demokratik bir kaosdansa, istikrarlı bir totalitarizmi tercih ettiklerini görüyoruz ve utanç duyuyoruz.
Ne yazık ki Avrupa sermayesi silah tüccarları Türkiye’de bir baskı kurulmasına biraz bu gerekçeyle gözyumdu. Avrupa hükümetleri, Alman Hükümeti’nin de içine katarak söyleyeceğim, özellikle mülteci baskısına karşı koyabilmesi için, Türk hükümetinin her türden anti-demokratik baskısına gözlerini kapamayı tercih etti. Uzunca bir süre. Ve böyle yaptığı için de Türkiye’de batıya Batılı değerlere inanan modern bir kesimin desteğini de kaybetti. Bu konuya tekrar döneceğim ama şu ana kadar üç konudan söz ettim, birincisi, kendi ülkelerinde faşizmi demokratik olup Faşizmi ihraç edenler, 2. oy ile geliyor olmasını her türden kuralsızlığına bahane edenler ve üçüncüsü ben çoğunluğu ve çoğunu temsil ediyorum diyerek kendi baskı rejimini, anti demokratik yöntemlerle dönüştürmeye çalışanlar.
Bu durumda biz dört yılda bir seçimi bekleyerek bununla baş edemeyiz. Bunu yapanlara ya da bunu yapmamızı isteyenlere, ben daha çok basit demokrasi diye adlandırıyor pasif demokrasi. Yani biz köşemizde bekleyeceğiz, bize bir çağrı geldiğinde gidip oyumuzu vereceğiz ve köşemize çekileceğiz. Hayır. Bunun bizi bir yere götürmediğini artık biliyoruz. Bunun kendisi aktif demokrasi, aktif demokrasi, yani gündelik hayatımızda demokrasi ve her gün demokrasi için mücadele etmemizi gerektirecek bir mücadelenin adı. Halkın ipleri eline alması, kamu denetimi, kamu yönetimi.
Medya masallar anlatarak yalanlar söyleyerek sistemi ayakta tutan bir mecraya dönüştü
Ben üniversite yıllarımda Althusser hayranıydım, Althusser‘in, Devletin İdeolojik aygıtları kitap vardır, orada Althusser şunları anlatır; eski devlet, silah zoruyla yönetirdi, bir tür Çoban gibi başlarına vurarak yönetirdi, yeni devlet, modern devlet artık bir takım ideolojik aygıtlarla yönetiyor. Nedir aygıtlar, en başta içine doğduğumuz ailedir, sonra okuldur, sonra kilise ya da camidir, sonra kışladır. Buralarda ideolojik bilinçlemeden geçersiniz ve sisteme entegre olursunuz ve her türden aşırılığıniz ya da farklılığınız yontulur ve devlet sizi kendi istediği şekle sokar. Herhalde Althusser bugün olsa bugün yaşasa bunların arasına ya da başına medyayı koyardı. Medya masallar anlatarak yalanlar söyleyerek sistemi ayakta tutan bir mecraya dönüştü ne yazık ki özellikle benim ülkem gibi ülkelerde.
Beş yıl içinde 6 milyon okur kaybetmiş Alman kitap Sanayi.
Dün yayıncımdan öğrendim, Almayada son 5 yılda Kitap okur sayısı 36 milyondan 30 milyona düşmüş. Beş yıl içinde 6 milyon okur kaybetmiş Alman kitap Sanayi. Tabii aynı oranda Netflix aboneleri artmıştır. Bütün burda, insanların kitaptan, gazeteden, dergide,n dizilere kaçmasının bir anlamı var, bizi uyarması gereken bir nedeni var. Bütün bunlara karşın bu sistemi ideolojik aygıtları giderek güçlenen, propaganda aletine dönüşen ideolojik aygıtlarına karşı uyanık olmaya ve birlikte bir şeyler yapmaya ihtiyacımız var. Bunlara dair hepimizin söyleyeceği sözler olmalı ve aktif olmalıyız.
Bakın Seyran Ateş aramızda, mesela Din konusunda o bir şeyler yapıyor. Evet dinin bir devletin ideolojik aygıtı olmaması, dinin gerçek anlamını bulması için kendi alanında çok önemli bir kişisel mücadele veriyor. Ve hayatını ortaya koyarak yapıyor bunu.
Türkiye dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi
Medya alanında Türkiye’de medyanın neredeyse %95‘i hükümet tarafından kontrol ediyor. Fakat %5 hayatını ortaya koyarak hala mücadele ediyorum. Türkiye dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi, buna rağmen hayatını ortaya koyarak mücadele eden insanlar var sadece o ideolojik aygıtı kırabilmek için.
Aileye dair büyük bir çalkantı yaşıyoruz. ….. Dolayısyla aslında demokrasinin altını oyan hareketlere karşı hepimizin demokrasinin kendini savunma hakkına sahip çıkmamız ve demokrasiye sahip çıkmamız gerekiyor. Bunu da ancak uluslararası dayanışma ile yapabiliriz diyeceğim.
Size yeni bir örnek vereceğim, çok ilginç, medyada bugünlerde yaşadığımız bir örnek. İnsanlar tutuklanıyor, dünyanın her yerinde gazeteciler baskı ve şiddete maruz kalıyorlar. Kınamalar yayınlıyoruz, protestolar ediyoruz, mektuplar yazıyoruz, hiç bir işe yaramıyor. Bir diktatör için bir gazetecinin hiçbir değeri yok. Gelen protestolarında bir yere kadar önemi var. Sonuçta sermaye rahatsız olmadıkça, onları çok ilgilendirmiyor. Amerikan medyası yıllarca çok önemsemedi bunları ama bakın şimdi kendi başlarına geldi ve neredeyse bizim yaşadığımıza benzer büyük bir baskı yaşıyorlar kendi başkanlarından.
Siz Alman basınının özgür olduğuna inanabilirsiniz.
Ama Deniz Yücel hapisteyken, Welt gazetesi ne kadar özgür olabilir hiç düşündünüz mü ? Çünkü onların yazacağı her cümle Deniz’i hapiste zor duruma düşürebilir Ve bir anlamda bu insanlar rehin durumdalar. Ve rehin almanın mantığı da bu. Söyleyeceğiniz her söz orada birine zarar verebil,yorsa, söyleyeceğiniz sözü iki kere düşünmeye başlarsınız. Bu zaman içinde bir oto sansüre dönüşür ve bazen sansörden daha güçlü hale gelir. Charlie Hebdo basıldıktan sonra, Fransız karikatüristlerin, karikatür çizerken iki kere düşünmediğim sanıyorsunuz. Şiddet her zaman özgürlüklerden bir şeyler alıp götürüyor, dolayısyla, siz ne kadar basının özgür olduğu ülkeler de yaşadığınız düşünsenizde, bizzat basın kendini tehdit altında hissettiği sürece o özgürlüğü hakkı ile yaşayamıyor.
”forbidden Stories”.
Vereceğim örnek şu: Fransa’da sınır tanımayan gazetecilerle bir projenin içindeyiz, beni de dahil ettiler ve son derece heyecan verici bir proje. Bu protestoların hiç bir sonuç vermediğini gördükten sonra geliştirilen bir şey, projenin adı ”forbidden Stories”. Çok basit bir mantığı var, dünyanın neresinde bir gazeteci yaptığı haberden dolayı bir baskıya uğrar, saldırıya uğrar, öldürür ya da hapis edilirse, dünyanın diğer köşelerinden başka gazeteciler kalabalık bir grup halinde bir araya gelip, o haberin peşine düşüyorlar. Diyelim Azerbaycan hükümeti bir yolsuzluk dosyasını gizlemek için bir gazeteciyi hapse mi attı, Fransız, Amerikalıi, Cezayirli, Faslı, gazeteciler bir araya gelip o haberin peşine düşüyor. Ve o haberin Uluslararası çapta duyulması için ve tamamlanabilmesi için büyük bir kampanya başlatıyorlar ve çalışma başlatıyorlar.
Bunun iki yararı oluyor, birincisi: hapisteki gazeteci yalnız olmadığını hısediyor, yaptığı bir şey uluslararası çapta ses getiriyor ve uluslararası bir dayanışmayı hapiste hissediyorsunuz. Bu çok önemli şey, yani hapis yatmış biri olarak söyleyebilirim ki, hükümet sizi yalnız olduğunuz duygusuyla ezmeye çalışıyor ama dışarıdan gelen bir ses, size ”Hayır yalnız değilsin” diyor, bu mesaj çok önemli. İkinci mesaj onları hapseden hükümetlere ya da saldırılarına teşvik eden hükümetlere, o hükümete de ”bak bir gazeteciye dokunursan karşında dünyanın bütün gazetecilerini bulursun ve senin gizlemeye çalıştığı haber dünyanın bütün Medya organlarında haber olur” mesaj oluyor. Bu bir hükümet için çok can yakıcı oluyor. Bu örneği niye verdim, Aktiv demokrasiden bunu anlıyorum. Günümüzde yapmamız gereken şey bu. Bir, uluslararsı dayanışma iki, fikir özgürlüğünü savunmak için ortaklaşa eylem.
Neden bunu siyasetçiler yapmasın ?
Bakın Türkiye’deki ikinci büyük muhalefet Partisi’nin liderleri hapiste, milletvekilleri belediye başkanları hapiste, Selahattin Demirtaş hapiste ve onun duruşmalarında Alman siyasetcilerin, keşke onlarla birlikte, yargılanmalarını izlemek için orada olduklarını görebilsem diye düşünüyorum. Çünkü orada Avrupa Konseyi üyesi bir milletvekili hapsettiği zaman, bir parti liderini hapsettiği zaman siz Almanya’da istediğiniz kadar demokratik koşullarda yaşayan. Artık sınırlar değil bizi belirleyen, bütün dünyada Demokrasiyi için mücadele etmediğimiz sürece, kapımızı kapatıp içerde demokrasi inşa edemeyeceğiz. Bunu gördük. O yüzden her cephede demokrasiyi savunmamız lazım. O yüzden bir avukat tutuklandığında, Alman barolarının o avukata sahip çıkması, bir gazeteci yargılandığında, Alman medyasının o gazeteciye sahip çıkması, bir milletvekili tutuklandığında Alman parlamentosu’nun onların yanında olması son derece önemli.
Barış Atay‘ın diktatör oyunu yasaklandığını öğrendik
Önceki gece Berlinde Georg Tiyatrosunda Hrant Dink‘ı andık. Hrant Dink Türkiye medyasında yitirdiğimiz bir yiğit gazeteci. Tıpkı bu hafta andığımız diğer yiğit gazeteci Uğur Mumcu gibi, onun adını da almak isterim. Bu insanlar ne yazık ki Türkiye’de biz mesleğimizin iftihar ettiğimiz isimlerini hep rahmetli diye almak zorundayız. Onlar ya hapisteler ya mezarlıktalar. Bu Türkiye’de nasıl bir meslek icra ettiğimizi aslında gösteren en acı örnek. Dolayısıyla Hrant Dink’i anarken haber geldi, biz yine böyle bina polis koruması altındaydı Gorki tiyatrosu, İstanbul’da bir oyunda Barış Atay‘ın diktatör oyunu yasaklandığını öğrendik ve polis orayı basmış ve binayı tamamen çevirmişti. O kadar sembolik de ki, İstanbul’da Polis devleti sanatçıdan kurmaya çalışıyordu. Berlin’de polis sanatçıyı devletten korumaya çalışıyordu. Ne yazık ki sanatın bir tiyatro oyununun bile devlet için tehdit kabul edildiği coğrafyada sanat yapmaya çalışan insanları gerçekten alkışlarım da desteklemesi lazım.
Şimdi biraz niye bu duruma geldik onun üzerine konuşmak istiyorum izin verirseniz. Duvar yıkıldığında herhalde o günleri hatırlıyorsunuz, Venues in Gent‘in şarkısını hatırlıyorum, değişim rüzgarları bütün Avrupa’da esecek ve Dünyaya demokrasi geliyor havası vardı. Büyük bir umut dalgası vardı yerkürenin her yerinde. Sonra 1992’de Queen‘in albümü çıktı Teachers. Orada Queen ”berlin duvarımı geri istiyorum” dediğinde çok şaşırmıştım. Hiç unutmuyorum ”I see picture murder” diyordu şarkıda. Daha duvar yıkılalı 3 yıl olmuştu, bir sanatçının sezgisine bakın ki, 3 yıl sonra gelecek cinayetin kokusunu aldı Queen. Sonra hepmiz bu kokuyu çok kısa bir süre sonra aldık. Peki ne oldu da 10- 15 yıl içinde dünya Tepetaklak oldu ve büyük umut dalgası bir anda sönüp hepinizi büyük bir umutsuzluk dalgası sardı.
Bütün dünyayı yönetmeye başlayan korku
Ben burda tek bir şey görüyorum, tek bir gerekçe ve neden, korku, bütün dünyayı yönetmeye başlayan korku. Dünyanın her yerinde terör korkusu, işini kaybetme korkusu, yabancılar gelip ülkemi elimden olacak korkusu, dindarlar geliyor korkusu, din elden gidiyor korkusu, bölücülük korkusu, nükleer savaş korkusu, Ailemizde, aile dağılıyor korkusu, her yerde korkular Egemen oldu. Ve bu korkular, ”merak etmeyin ben çözerim” diyen popülist liderleri birer birer iktidara taşıdı.
Dün bir arkadaşımla yayıncı bir arkadaşıma tartışırken, bunun fazla basite indirgeyen bir açıklama olduğunu söyledi bana ama ben hala ciddi ve korku bulutunun onları iktidara taşıdığını düşünüyorum.Dünyanın değişik dönemlerinden değişik bulutlar sarıyor yerkürenin üstünü, 60’lar da coşkular vardı, 80’lerde de soğuk savaştığı o bulutun adı, bugün bu korku bulutu. Ve bu korku bulutu yanında yağmur olarak hoşgörüsüzlüğü getiriyor, nefreti getiriyor, dışlanmayı getiriyor, içe kapanmayı getiriyor, bir tür sinmişlik, ses çıkaramama halini, pasifliği getiriyor. Ve Trump gibi, Erdoğan gibi, Putin gibi liderler, hem bu korkuların nedeni, hem de sonucu. Ve kitleler bu korkuyla aslında bir şekilde, nasıl desem bir çanta alışverişine giden timsahlara dönüştü. Kendi katillerine hayran oldular. Bir tür Stockholm sendromu içine düştüler. Günümüzde susmanın ve boyun eğmenin ciddi bir mükafatı var. Bir şekilde bir lidere tapınıyorsunuz ve o size ”merak etme her şey yoluna girecek”- ”yakında ben Meksika sınırına duvarı öreceğim” diyor ve onun rahatlığını hissediyorsunuz. Buna karşın, karşı koymanın da ağır bir bedeli var ve yaptırımı var. O yüzden bizim karşı koyacak cesur insanlara ihtiyacımız var. Bu korkuları nasıl yatıştırabiliriz, bunun üzerine düşünmemiz lazım.
Ondan önce izin verirseniz bu demokrasinin krizi’nin üzerine biraz daha söz söylemek isterim. Kendi hayatımdan örneklerle biraz anlatacağım; Ben üniversite yıllarındayken, 70’lerin sonuydu ve Türkiye’nin çok kanlı yıllarıydı, sağ ve sol aktivistler arasında ölesiye kanlı çatışmalar yaşanıyordu. Sonra asker geldi ve askeri darbe olduğu ve Solcular ağırlıklı hapse takıldı. Türk demokrasisinin sol kolu kesildi. O dönemde bu sağ sol kavgasına islamcılar girmediler, kenarda beklediler ve askerler gelip iki tarafı hapsedince islamcıların bir şekilde önü açılmış oldu. Askerler o dönemde sol hareketi yok etmek için, bu İslamcı hareketlerden yararlandılar. Erdoğan o dönemde sessiz kaldı, bu askeri müdahalede islamcılara verilen tavizlerin bir ürünüdür. Diğer politik hareketlerin bastırıldığı bir dönemde İslami hareket çok kolay örgütlendi ve askerlerden de destek alarak komunizmi ezmek için harekete geçti. Çok iyi biliyorsunuz ki aynı dönemde dünyada da aynı şey yaşandı. Sovyetlere karşı, komünizme karşı, Amerika islamcıları kullanmaya karar verdi. Ve özellikle Afganistanda onları silah ile besledi, destek verdi yetiştirdi. eğitti, destek verdi. 88’de Sovyetler çöktüğünde Afganistan’da islamcılar iyice palazlanmış, tıpkı 80’lerin sonunda benim ülkemde olduğu gibi. Bugün Amerika’nın en büyük düşman saydığı, El-kaide’nin doğum yeri Afganistandır. Doğum yılı ise Sovyetlerin yıkıldığı yıl. Bin Ladin askeri işgallerin ve işgalcilerle savaş için islamcılara verilen tavizlerin bir meyvesidir. Türkiye’de askerler siyasetten çekildikten sonra, yönetimden çekildikten sonra merkez siyaseti kendini bir daha toparlayamadı. Çünkü hapsedilmişti, budanmışt hareketler, yasaklıydı eski siyasetçiler ve umutsuz kitleler umutlarını İslami hareketlere yönettiler, önü açılan İslami hareketlere. Hiç olmazsa yolsuzluk yapmazlar, müslümanlardır diye düşündüler.
Hiç hak etmedikleri halde militarizmle mücadele eden insanlar gibi göründüler. Aynı şekilde Amerika’nın mağdur ettiği doğu halkları, aradıkları sığınağa İslam’da buldu. İslam bir direnişe hareketine dönüştü. Çünkü büyük bir zulüm uyguladı Amerika. İşgal ettiği yerler de İslam’a saldırdı, dindar kitleler daha da radikalleştiler. Demokrasi umurunda değildi. Erdoğan daha o dönemlerde, demokrasi benim için bir amaç değil araçtır demecini verdi ve bir tramvaya benzetti demokrasiyi, ”Bizi istediğimiz yere kadar götürür oraya geldiğimiz zamanda yine ineriz ”dedi ve indide. Fakat ne yazık ki biz hala trendeyiz ve tren duvara doğru gidiyor şu anda.
Bakım süreci göstermek için tarihler vereceğim, 11 Eylül saldırısı ile AKP nin kurulduğu yıl aynı yıldır 2001, Guatemala’nın açılışı ile AKP’nin iktidara gelişi aynı yıldır 2002. Irakın işgali ile Erdoğan Başbakan oluşu aynı yıldır 2003. Bu global bir akımın Türkiye’deki yansıması aslında. Komunizmi durdurmak için islamın önünü açmaya çalışan Amerika’nın bu politikası 1o yıl 15 yıl sonra böyle bir yolu açtı. O sayede bugün kü taployu yaratı. Şimdi o besledikleri El-kaide en büyük Amerikan düşman oldu, ve iktidara taşıdıkları, taşınmasına destek oldukları Erdoğan şimdi Amerikayla savaşır gibi görünüyor. Ben 11 eylül günü çok iyi hatırlıyorum, kameralar Amerika’da ağlayan insanları gösterirken, Ortadoğu’da sevinç çığlıkları atanları gösteriyordu. Birçok batılı bunu anlamakta zorlanmıştır, gerçekten de anlaşılması zor bir tepkiydi belki. Ama o halet-i Ruhiye biz anlayabiliyoruz Yani o bütün Guatemala da üste yığılmış çıplak bedenlerin üstüne köpeklerin sarıldığı görüntüler hatırlarsanız, ondan sonra olanlar Doğu dünyasında hüzün değil sevinç yarattı. Batı dünyası ılımlı İslam diye birşey İslam’ın önünü kesebileceğini düşündüğü, özellikle Amerikan stratejistleri yanılıyorlarlardı, böyle bir şeyin imkanı yoktu. Ve tersine radikal İslam’ın zaferini sağladılar. Türkiye’de de bazı liberaller aynı hataya düştü ve belki ılımlı İslamla biz radikal islamın üstesinden gelebiliriz sandılar. Hiç öyle olmadı. Din ve siyaset bir arada yürüdüğünde son derece tehlikeli bir kokteyle dönüşüyor, özellikle İslam ülkelerinde. Laiklik o yüzden bizim için son derece hayatı ve aynı işgal siyaseti sonunda önce Irakı, sonrasında Suriye’ye vurdu biliyorsunuz. Ve arkasından mülteci akınını getirdi ve bu mülteci akını, batı dünyasını öyle korkuttu ki, batı dünyası sınr kapılarını kapatıp, kendi içine kapanmaya başladı ve aslında buradaki popilizmi tetikleyen biraz da o oldu.
O yarayı açtırmamak lazım. O yarayı tedavi etmemz lazım
Elbette o akımlar zaten vardı ama mülteciler gelecek, ülkemizde elimizden alacak, işimizden olacağız, ırkımız değişecek kaygıları ile Popülist hareketler daha da yükseldi. Ve aynı şekilde doğuda da tabii bunun başka yansımaları oldu, orada da batı karşıtlığı son derece yoğun bir şekilde artmaya başladı. Kendini korumasız hisseden kitleler her yerde otoriter liderlerin gölgesine sığınmaya başladı. Özetle şunu söylemeye çalışıyorum; dünyanın bir köşesinde yapılan bir haksızlık, bize bulaşmak sanıyorsunuz ama öyle değil işte, dünyanın bir yerinde açılan bir yara, bir gün gelip burada, bazen Berlin’de bir Noel pazarını vuruyor, bazen Amerika’da bir Ticaret Merkezini vuruyor, bazen istanbulda bir eğlence merkezini vuruyor. O yarayı açtırmamak lazım. O yarayı tedavi etmemiz lazım. Bu yarayı daha sıkı sararak, kapıları daha sıkı kapatarak yapamayız, o yaranın iyileşmesi lazım. Daha çok güvenlik tedbiri ile daha çok polisle bunu önlememizi imkanı yok.
Artık bizim ülkelerimiz ayırmıyor, ilkelerimiz ayırıyor
Bir dönem Dünya Ekonomik olarak, ben üniversitedeyken hep Kuzey Güney diye bölünen bir dünyadan söz edilirdi. Sonra doğu, batı diye bir dünya çıktı ortaya. O zamanlar dünyayı anlamak daha kolaydı. Şimdi din temelli bir ırkçılıktan, ayrımdan söz ediliyor. Ama artık kutuplar öyle değil, yani kuzey ve güney doğu ve batı NATO ve Varşova diye kolay algılayamıyoruz dünyayı. Demokrasi dediğimiz Amerika insan özgürlüklerini en çok saldıran ülkelerin başında, ya da Basın özgürlüğüne en çok saldıran ülkelerin başında geliyor. Buna karşın neredeyse diktatörlüğe doğru giden Türkiye’de müthiş bir direnen bir kitle ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla demokratik rejimler ve totaliter rejimleri ayırt edemiyorsunuz. Demokratik rejimler içinden totaliter eğlimler var, totaliter ülkeler içinde de demokratik direniş yapanlar var. Nerede saf tutacaksınız bu önemli. Ben işte burda bizim dayanışmamızın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Artık ayrım Türkler ve Almanlar arasında değil, artık ayrım Batı ile Doğu arasında değil, artık ayrım demokrasiye inanan, demokrasiden yana taraf tutan Türkler ve almanlarla, faşizmi destekleyen Türkler ve Almanlar arasında. Artık bizim ülkelerimiz ayırmıyor, ilkelerimiz ayırıyor ve o ilkelere sahip çıkmak zorundayız.
Bakın batılı ilkeler olarak biliniyor her yerde, Laiklik, insan hakları Demokrasi, basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, kuvvetler ayrımı, yargı bağımsızlığı, kadın erkek eşitliği, biz Türkiye’de bu değerler için mücadele ediyoruz. Bu değerleri ölümüne savunuyoruz ve istiyoruz ki ülkemizde bu değerler hakim olsun. Ülkemiz bu değerlerin yaşandığı, özgürce yaşandığı, bir ülke olsun ve birçok insan bunun için canını verdi. Siz bunun için can vermenin ne demek olduğunu bilmezsiniz. Çünkü bunları hazır buldunuz, bunlar uğruna savaşılacak şeyler değildi, bunlar zaten sizin anayasal olarak hakkınız olan şeylerdi.
Hiçbir zaman yazdığınız bir yazının, O yazıda gecen bir cümlenin sizin hayatınıza son vereceğini düşünerek ve bunu bildiğiniz halde yazarak yaşamadınız. Biz bunu yaşadık ve çok iyi biliyordu ki o karikatür çizen arkadaşımız ertesi gün öldürülmeye göze alıyor, o cümleyi kuran gazeteci, o haberin üstüne giden gazeteci ertesi günden itibaren artık sokağa çıkamayacak, o yorumu yapan o cümleyi, o kelimeyi kullanan yazar bir daha rahat yüzü görmeyecek. Düşün bu koşullar altında insanlar demokrasiyi ve haklarını savunuyorlar. Buna karşın bu değerlerin anavatanı olan Avrupa ne yaptı? Mülteciler geliyor, ”ee Erdoğan da biraz haksızlık ediyor ama yine de çocukla iyi geçirelim, ne olur ne olmaz kapıları açar, mültecileri salıverir sonra bizim burada hayatımız çok zora girer” diyerek uzun süre orada olup bitenlere göz yumdu. Görmemeyi tercih etti.
Çok özel bir anımı anlatım size; hapisteydim Sayın Başbakan Merkel Türkiye ziyarete geldi, televizyon vardı televizyonu açtım basın toplantısı yapıyorlardı, Türkiye başbakanıyla, merakla bekliyorum, Alman başbakanı herhalde bizim için bir şeyler söyleyecek, yani Türkiye’de basın özgürlüğü ile ilgili bir şeyler söyleyecek diye. Bir gazetci kalktı , bizim gazeteciler soramaz öyle ulu orta Başbakana saçma sapan sorular..) Onun için bir Alman gazeteci kalktı dedi ki; ”Türkiyede gazeteciler var hapiste,” -tabi benim adımı verdi, –onlar hakkında ne söyleyeceksiniz?” Tabii hücremde yalnızım merakla yapıştım televizyona ne diyecek acaba Alman başbakanı basın özgürlüğü ile ilgili diye dedim. Dediği cümle şuydu; ”Tabii ki bu konularıda görüşeceğiz ama herhalde Türk Başbakan’ı bir şeyler söylemek ister” hepsi bundan ibaretti, Alman başbakanın söylediği. Sonra Türk Başbakanıda, Türkiye’de hapiste gazetesi olmadığını söyledi. Ve ben Türkiyede bir gazeteci olarak hapiste çığlık çığlığa bağırıyordum yalnız başıma.
Soruyu soran gazeteci kimdi biliyor musunuz?
Deniz Yücel…. O soruda sessiz kalırsanız, sizin pasaportunuzu taşıyan birinde de tutuklarlar. Ve şimdi duyuyoruz ki pazarlıklar yapılıyor, Alman pasaportu taşıyanlar serbest kalabilirsin. Çünkü ticaret yapmamız lazım, Türkiye büyük pazar bir sürü silah ihtiaçı var, ekonomi istiyor ki mal satalım, yani demokrasi insan hakları gibi şeylerden pürüzlerden kurtulalım yani onları hallederiz sonra, şu malları bir an önce satalım. O yüzden de işte şeyler yollanıyor aracılar yollanıyor onlar birkaç kişiyi çıkarıyor, karşılığında neler veriliyor bilmiyoruz. İşte bu çay servisleri falan yapılıyor ama inanın bu yollarla ne demokrasi inşa olur ve ne Türkiye kurtulur. Biz elbette Türkiye’nin kurtuluşunu Almanya’dan beklemiyoruz, böyle bir yanılgı içinde değiliz. Biz sadece gölge etmeyin yeter diyoruz. Çünkü Türkiye’de mücadele eden insanlar var Türkiye’de gerçekten ölümüne mücadele eden insanlar var ve ben artık sadece Alman hükümetinden değil yani dünyanın hiçbir hükümetinden bir şey beklemiyorum ama sizlerden bir şey bekliyorum, sizlerden yani, Alman kamuoyundan, Alman yoldaşlarımız’dan Alman sanatçılardan, Alman gazetecilerden, Alman kadın örgütlerinden, Alman öğrenci birliklerinden, Alman partilerinden, Alman sendikalarından Alman parlamentosundan elbette destek bekliyorum. Birlikte dayanışmamız, çalışmamız gerektiğini söylüyorum. Önce bu korkuları yatıştırmamız lazım, ilk hedefimiz korkular. İnsanlara ”korkmayın biz varız” diyeceğimiz bir demokrasi modeli geliştirmemiz lazım. Biz nükleer silahlardan mı korkuyorlar, biz nükleer karşıtı kampanyanın bir parçası olmak zorundayız, Ailelerin dağılmasından mı korkuyorlar, Gay haklarından mı korkuyorlar, ders kitaplarına belki tekrar bakmamız, cinsiyet tanımlarını tekrar gözden geçirmemiz gerekiyor, mültecilerden mi korkuyorlar, neden insanların ülkelerini terk etmek zorunda kaldıklarını neden mülteci olduklarını onları tekrar daha iyi anlatmamız gerekiyor. Şiddetin yayılmasından mı korkuyorlar, belki çocukların bilgisayar oyunlarını tekrar gözden geçirmemiz gerekiyor. Bütün bunlar için bu kavgayı hep birlikte yapmamız gerekiyor.
Erdoğan bizden yerli ve milli olmamızı istiyor, ben yerli ve milli olmanın otoriterizmin yolunu açtığını düşünüyorum. Yerli ve milli olmak, her koşullda ülkeni savunmaksa, Erdoğan’ın politiklarıyla karşı karşıya geldiğimde ne olacak? Ben burada bu tiyatroda kalbi bizler için atan, demokrasiye önemseyen, Türkiye’de bir gazetecinin hapiste olmasını içine sindiremeyen bir almanı Türkiye’de onları hapse tıkan bir yönetiminden çok daha yakın hissediyorum kendimi. Ve şunuda biliyorum birçok alman dostum da buradaki neo faşist bir almandansa, beni kendine daha yakın hissediyor. İşte bu dayanışma bizi birleştirecek formül. Biz ne başka hükümetlerin himmetiyle, ne uluslararası örgütlerin, NATO’nun ya da ABD’nin vereceği kararlarla düzlüğe çıkamayız. Bizi ancak bu dayanışma, bizi almanların, türkiyeli kadınların ortak eylemleri, bizi ancak oradaki muhalif siyasi partilerin birlikte hareket etmeleri, sendikaların birlikte çalışmaları, öğrenci alışveriş, medyada ortak koyacağımız eylemler düzlüğe çıkaracak ve sizler ve bizler, türkler ve almanlar ve diğer avrupa halkları eğer yükselen poplizmin karşısına birlikte dikilmezsek, korkarım hep birlikte bunların kurbanı olacağız. O yüzden gün bugündür, gelin el ele verelim ve bu gidişatı hep birlikte durduralım çok teşekkür ederim beni dinlediğiniz için, sağolun.”
Haber:Mustafa Akpolat
Foto: Fabian Hammerl