Canan Özel
Şimdi eski bir Türk filmini açıp izlesem, mesela Neşeli Günler, Gülen Gözler… Bir Barış Manço dinlesem ruhum arınır, yüzüm güler, olanca büyümüş hallerim yok olur masumlaşırım. Siyah önlüklü dantel yakalı o çocuk hallerime dönerim belki…
Nedir bizi eskiye düşkün kılan?
Eski bir film, hoş bir şarkı, siyah beyaz fotoğraflar, belki bir dantel oyası neden içimizi kuşatan sıkıntılardan bir nebze olsa uzaklaştırır. Tamam, anılar bir daha yaşanamayacaklar ve o hissiyata özlem tamam ama sürekli “ ahh o zamanlarda olsam” yakınması niye? Değiştiğimize, daha da değişeceğimize ve bu değişimin sanki biraz biraz kötüye gidisinin farkında oluşumuz olmasın?
Her daim bir şikâyet halindeyiz. Çevremizden insanlardan, arkadaşlarımızdan ve hatta ailemizden. Eski samimiyet, sevgi, hoşgörü, vefa, insani hem kendi içinde hem de hayatta var eden o bütün erdemli duyguları artık görmediğimiz, yaşayamadığımız açık bir gerçek. Yalnız buna veryansın ederken, bunun bir parçası olduğumuzu aslında eksikliğini hissettiğimiz şeyleri bizimde yapmadığımızı çoğunlukla göz ardı ediyoruz.
Kendin isteklerimiz planlarımız hep ve değişmez olarak ilk sırada geliyor. Ve eğer ikinci plana düşmüşse, birinci sıraya aldığımızda çoğunlukla farklı bir durum oluyor. Bunun farkında olalım olmayalım, planlı ya da plansız ( aslında doğru kelime hesaplı ya da hesapsız) kendimizi bilsek de, “ yok canim hiç de öyle değilim” diye kandırsak da, kendimiz dışında attığımız her adımın bir ismi var; çıkar!
Büyük küçük, masum´cuk´ ya da fesat´cik´ ( çokta kendimizi övüp yermeyelim yine de) önemli önemsiz ne şekilde olursa olsun, eğer önceliğimiz kendimiz değilse, dolaylı yoldan yine kendimiziz aslında. Elbet herkes için bu böyle değil. Ama herkesin bu yoldan bir koşar adım, ya da sallanarak da olsa geçmişliği vardır, olacaktır. Neden bunun aksi olamıyoruz. Gerçekte bencilliklerimizi kimi zaman bir kenara bırakıp yaşayamayalım. Çok imkânsız mi hayır, bizden bir şeyler mi eksiltecek hayır, aksine gerçek huzuru sevinci bulacağız biliyoruz. Bu demek değildir ki, her şeyi herkesi koşulsuz şartsız sevmeliyiz ki sevilelim. Değil, sevmediğimizi saklamamalıyız, ancak böyle samimi oluruz. En azından kendimize ve gerçekte neyi nasıl niçin sevdiğimizi de görmüş oluruz. Duygularımız özgür olmalı ki, davranışlarımız da olsun. Bir başkasının benim sahte sevgime ihtiyacı olmaz zaten, kimseye bir şey katmaz bu. Ruhumuzu ne kadar arındırır ve rahatlatırsak (bunun için herkesin yöntemleri farklıdır) davranışlarımız o kadar doğru ve beklentilerimiz hayal kırıcı olmaz.
Yani demem o ki, biz kirliyiz fikrimiz içimiz ay çok fark etmez, kirliyiz. Ve bunu zamana döneme insanlara hayata kahrettiğimiz kadere bağlayıp duruyoruz. Eski filmlerin çoğunda su replik vardır; “ zaman kötü kızım, yavrum. Kendine sahip cık bla bla ” bunu 90`larda 80´lerde 70´lerde ve daha geçmişte bile duyabiliriz. Duymadığımız zamanlar içinde muhtemelen aynı yargı söz konusuydu, ondan öncesinde de en öncesinde de… Yani sorun yaşadığımız zaman ve toplum değil, o toplumu oluşturan ve ona nitelik katan bizleriz. Hem bir katkı sunmuyoruz hem de beklenti içindeyiz sürekli. Sonrada, Gülen Gözleri, Aile Saadeti‘ni izleyip iç çekip imreniyoruz. Filmin süresi kadar gülümseyip huzur buluyoruz. Şu yadsınamaz, teknolojinin insanlığa faydalarından ziyade sayabileceğimiz bir dünya olumsuzluk var ve zamanın niteliğini belirleyen bizler üzerinde etkili. 21. YY da bilişim cağındayız tamam ama bizde ısrarla hep faydasız yanlarından besleniyoruz. Sosyal medyada satır satır methiyeler düzüyoruz, ahkâm kesiyoruz, en bilgiç en mantıklı söylerimizi sıralıyoruz, ee uygulaması?
O imrendiğimiz güzel, masum tertemiz hayatları kendimize gerçek kılmak neden bu kadar zor. En basiti kimse kimsenin nasıl olduğunu merak etmez, içtenlikle “iyi misin” sözü işitilmez oldu. Yazışarak iletişim o kadar işlemiş ki, aramak zül gelir olmuş bize. (a)sosyal medyada zaten herkes herkesin anını birlikte yaşıyor çünkü gezmede tatilde işte sokakta sofrada her neredeyse orada işte, gördüm iyi, sağlığı yerinde. Ki olmasa bile doktor muayenelerine bile zaten sanalcek birlikte gidiyoruz, acil bişey varsa yorumların çokluğundan anlayabiliyoruz. “özel gün” dediğimiz her şeyin özelliğinin el birliğiyle içini boşalttık zaten. Yok yok konuyu oraya getirmicem, o bambaşka altını sayfalar doldurulabilecek bir başlık zaten. Ama demem sudur ki; gerçek samimiyetlerimizi sanal samimiyetsizliklerimizle öldürdük, kimse ağlanıp sızlamasın.
Velhasıl, özendiğimiz imrendiğimiz ve bizim için hayal kadar zor gibi gelen o hayat aslında elimizde, bunu yapabiliriz. O film karakterleri gibi sevgi dolu, vefalı, içten ve çıkarsız olunabilir. En kötü Sartlarda bile sahip olduğumuz manevi değerler yüzümüzü güldürmeye yetmeli. Bunun için bir Yaşar ustaya, İnek Saban´a, Adile Teyzeye ihtiyacımız yok. Unutmayın, bizim zamanımızın da 20-30 yıl sonra izlenip özenilecek gıpta ile seyredilecek saf bir Mecnunu İsmail abisi, Beş Kardeş gibi muazzam bir hoşgörü ve sevgi sahnelerini, Gezi´de tarifi imkânsız gerçeklikleri yasamış görmüş şanslı bir nesiliz.
Filmleri gerçek kılabilecek, güzel bir dünya dileğiyle…